Gözlerimi kapatıp İstanbul Boğaz’ı dediğimde aklıma ilk gelenler ‘pata pata pata’ sesi ve yosunla karışık iyot kokusu. Yüzümde belli belirsiz bir serinlik; su damlaları demek için çok az, rüzgar demek için fazla ıslak.
Hafta sonu kavramını birçok çocuğa göre erken idrak etmemin sebebi, benden 15 yaş büyük abimin sadece o ‘hafta sonu’ denilen zamanlarda okula gitmeyip, en az bir gün beni gezmeye götürmesiydi (annemin başından almak da diyebiliriz). En hevesle beklediğim ‘gezme’ ise Harbiye’deki evimizden çıkıp, Nişantaşı’nda önce küçük parktan (Nişantaşı Sanat Parkı), sonra Maçka’daki büyük parktan (Maçka Parkı) geçip Beşiktaş’a kadar yürüyerek Üsküdar motoruna binmekti.
Harbiye’den Beşiktaş’a o dünya güzeli, havalı dolmuşlarla da gidilirdi, fakat o dolmuşlar da başka bir yazıya konu olacak kadar özel. Tek bildiğim, o yol bitmezdi, yorgunluktan değil ama motora binme heyecanından uzar da uzardı… Dikkatimin dağıldığı tek zaman Dolmabahçe’den geçerken ağaçların üzerine çizili kalplerin içindeki harflerden isim tahmin etmece oynadığımız zamandı. Harflerin sadece birkaç tanesini bildiğimden, okuyamadıklarımı abim söylerdi.
İçimdeki sevinci ve kalp çarpıntımı anlatacak kelime bulamazdım, hala da bulamıyorum. 5-6 yaşlarında bir kız çocuğunun dünya üzerindeki en büyük macerası o motora binme eylemi (asla kolay değil, çok sallanıyor), dengesini bozmadan o en fazla yirmi santim genişliğindeki kenardan ilerlemeye çalışması, elini denize değdirmek için tutturması, motorun ardından uçan martıları saymaya çalışması (10’a kadar) olabilir. Hepi topu 6 dakika süren o yolculuk benim için uzun, macera ve tehlikelerle dolu kocaman bir seyahat demekti. Hayal gücüme daha fazla katkı sağladığını düşündüğüm başka çocukluk anım yok.
Motorlar balıkçı kayığından hallice, en fazla bir kayığın iki misli büyüklükteydi. İstisnasız hepsinin etrafında büyük kamyon lastikleri asılı olurdu. Kaptanlar yazın beyaz, kışın kahve rengi kaptan üniforması giyer (yanlış hatırlıyor olabilirim), bazıları havalı güneş gözlükleri takardı. Motorun alt katında ve dışarıda oturmak benim için ölüm kalım meselesiydi. Sanırım abimin de beni üşütmemek için içeride gitmeye ikna etmek gibi bir meselesi vardı. Dışarıda oturmak için yalvarmaya başlayacağım zamanı kollardım. Yürürken İnönü stadının oralarda mı, Dolmabahçe Sarayı’nı geçer geçmez mi, iskeleye yaklaşınca mı, yoksa bindikten sonra mı? Acaba evet diyeceği o eşref saati ne zamandı, her seferinde yeni bir taktik bulmak zorunda kalır, kah o kazanır, kah ben kazanırdım. (Benim kazandığım ilk yaz ve yaz, onunkiler sonbahar ve kış olabilir elbette).
Alt kat iç salon da dış salon da U şeklindeydi. İç salon daha da sallanır, denizin neredeyse yarım metre içinde kalan, fındık kabuğu gibi salonda düşmemek için kendinizi acilen ilk boş yere atmanız gerekirdi, hele bir de hava kötüyse.
Dış salon ise benim için cennetti. Daha alçak motorlarda elimi uzatsam denize, Boğaz’ın o bembeyaz köpüklerine değerdi.
Eğer büyük bir gemi ya da şilep geçecekse motor Boğaz’ın ortasında durur, dakikalarca o devasa geminin süzüle süzüle geçmesini beklerdik. Ben içinde hiç insan gözükmeyen, çocukların elini denize uzatabileceği yeri bile olmayan o koca gemileri hiç sevmez, yine de onlar yüzünden suyun ortasında tıngır mıngır beklemekten keyiflenirdim.
O güzelim motorlar sanırım 90’lı yılların başlarında önce birer ikişer, sonra da tamamen yerlerini Dentur’un ruhsuz, demir yığını, içinde lezzetsiz tost ve çay servis edilen, bir seferde bir kaç yüz kişiyi taşıyan, bana göre kişiliksiz teknelerine bıraktı.
Çocukluğumun bitişi de aynı zamanlara denk gelir.
Mina Ertem