Sabahın serin sükunetinde evinin önüne serdiği kilimine oturmuş çekirdek çitleyen kadının çıtçıtlarından başka ses duyulmuyordu.
Derken sokağın ucundan trompetle dolaşan bir çocuk girdi, çalarak yaklaştı.
Kadın yavaşça başını kaldırdı, tatlı tatlı seslendi:
Küçüüük, senin mi o davul?
Çocuk çalmayı esti:
Eveeeet
Kadın sakince devam etti:
Bana bak şimdi alır onu kafana geçirir, senin de boğazını sıkarım. Yürü git mahallende çal, hadee!
Ve tekrar sessizlik…
Balat’ın ara sokaklarında olağan günlerden biri başlıyordu.
Bilen biliyor ya hani, son yıllarda Cihannüma’mızın güzide, tarihi eserleriyle kıymetli, ahalisiyle kozmopolit semti Balat iyiden iyiye moda oldu. Hatta hiç olmadığı kadar hip ve avantgarde tanımlanmaya başlandı orada yerleşip yaşamak. Öncelikle rutin hayatlarından sıkılan beyaz yakalılar, filmciler, reklamcılar birer eski ev alıp restore ederek göçtü, ardından kendilerini kafeleri antikacıları bilumum küçük stil sahibi dükkanlarıyla lokomotifleri kovaladı. Eski dar sokaklar biribirinden tatlı muhabbetlerle doldu. Blogcuların fotoğrafçıların akınına uğradı Balat Sokakları. Kimin fotoğrafları daha güzel kavgası başladı. Öncü akıncılar bu durumdan sıkılmaya başladı mı bilinmez, Istanbul’un Le Marais’si olma yolunda hızla ilerliyor bu ilginç semt.
İlginç diyorum, eksik kalmayım diye yakınlarda ben de bir tura çıktım. Mahallede ikamet eden arkadaşım var sağolsun bölgenin Hükümdarıdır, davet etti. Sabahın kör şafağında kapısına dikilip taze çekilmiş sütlü kahve diye tutturmam onu bu eyleminden kısa sürede pişman etse de ağırlamada zerre kusur etmedi. Lakin keyfime kahya bir kafe bulup çökmek için koyulduk yola ki bir de ne göreyim, hayat semtte 10’dan önce başlamıyormuş meğer. Dükkanlar demirleri çekmiş, sokaklarda tek tük fırınlardan başka el etek yok.
Velhasıl kendime nefis bir pastane bulup şahane el açması böreklerle teselli bulmam zor olmadı. Ardından rutumuza Ekümenik Patrikhane’nin merkezi 1600 tarihli Ayios Yeorgios Saint-Georges Kilisesinden başladık. Ortodoks Hristiyan kilisesinin manevi merkezi eski Bizans soylusu, hac merkezi kilisede cuma sabah ayinine denk geldik. Töreni ve muhteşem binayı huşu ve ilgiyle izledik, sahnelerden en güzel görüntüleri almaya çabaladık.
Yerleşik olduğu eski rum mahallesinden dolayı Fener diye anılan Kiliseden çıkınca tepede dev gibi duran o muhteşem, kırmızı tuğlaları Fransa’lardan getirilmiş, inanılmaz haşmetli fener Rum Lisesi’ne doğru tırmanmaya koyulduk. İstanbul’un en görkemli binası ‘Kırmızı Okul’ 1454’lerde Fatih Sultan Mehmet himayesinde kurulmuş, Osmanlı İmparatorluğu´nun en yüksek mevkilerinde görev almış bulunan pek çok Fenerli Rumu yetiştirmiş. Görmemek gerçekten büyük kayıp herkes için.
Okuldan dönüşte Mesnevihane’ye uğradık. Tevkii Cafer Mahallesinde Istanbul’da açılan son Darül-Mesnevi. Oradan da muhteşem Yavuz Sultan Selim Camii’ne geçtik. İstanbul’un yedi kutsal tepesinden birinde olan camii’nin iç dekorundaki dairesel ışıklarla büyülendim, içinde oturdum, dışında oturdum, fotoğraflar çektim, mükemmel bir arşivim oldu.
Ardından beni Derviş Kahvehanesine götürdüler. Herkesin bildiği o meşhur tatlı sıcak ara ara tasavvuf sohbetleri yapılan huzurlu bahçeye. Türk kahvelerimizi yudumladık, lokumlarımızı yedik, dostlarla içten sohbetlerin zevkini yaşadık vakit yettiğince.
Gün akşam olmadan Çıfıt Çarşısına vardık. Sokaklarda daha gezmediğim tonla antikacı, eskici, plakçı, tatlı minik kafe, dükkan vardı. Hızla dolaşırken birinin camında eski bir fotoğraf ve üzerinde el yazısı fransızca not gördüm. Takıldım kaldım ona eski zaman görüntülerinden hep büyülendiğim gibi. Dükkanın camına yapışıp görüntüdeki adama hemen bir hikaye uydurdum.
Briyantinli saçlarıyla jilet gibi poz vermişti kameraya mütebessim, kendinden emin bakışlarla film jönü gibi. Sevgilisine yolladığı mektuba iliştirmişti kesin o resmini ama asla sahibine ulaşamamıştı zarfı ve zavallıcık bunu bilemeden Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Yıllar sonra dükkanın bodrumunda eski bir sandıktan çıkmıştı zarf. Bir nevi acıklı Pierre Loti aşkıydı belki Aziyade’deki gibi. Küçükken okulda kafama vura vura okutmuşlardı o Aziyade’yi.
Tek güne sığdıramadım bütün hikayelerimi. Yarım kaldılar. Tekrar dönmek üzere ayrıldım. Biraz hüzün çöktü yolda, dalıp gitmişim ziyadesiyle. Zaten tekrar dönmekler de zaman alıyor değil mi günümüzde.
Esra Yoral
‘Balat Stories dedim adına şöyle ki, hani sorarlar blogculara, konseptin ne? Derim ki hikayeler. Ne seyahat yazısı ne stil ne o ne bu, sadece hikayeler. İçinde hikaye olan ne varsa.
Hikaye sokakta, bazen kapanmayı bekleyen boş bir dükkanda.
Hikaye bazen seyyar satıcıda, köşede oturmuş ağlayan çocukta.
Hikayeler dekorun parçası, hayat dekorunun.’
Konuk Yazarımız Esra Yoral kimdir, kendi ağzından: Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü ve Saint-Joseph Koleji mezunuyum. Uzun yıllar özel sektörde medya, iletişim, satış ve pazarlama alanında profesyonel olarak çalıştım. İlaveten kendi şirketim aracılığıyla yurtdışından belli markaların temsilcisi olarak ithalat ve dağıtım alanında faaliyette bulundum. Ayrıca, gördüğünüz gibi, yazıp duruyorum.
Konuk Yazar Esra Yoral